21 Ekim 2015 Çarşamba

Etki ve Başarıyı Yalnızca Allah’tan Bekler, Yalnızca Allah’a Güvenip Dayanır:


Mümin, her zaman olduğu gibi, küfürle muhatap olurken de dua halindedir. Çünkü onu başarılı kılacak, küfür üzerindeki heybet ve etkiyi yaratacak olan, maddi imkanları, dış görünümü ya da zekası değil, ancak Allah’tır. Allah’ın başarı vermesi ise, sebeplere değil, doğrudan doğruya niyete ve duaya bağlıdır. Allah, duaya verdiği önemi “De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?..’“ (Furkan Suresi; 77) ayetiyle de açıkça bildirmiştir.

Gerçekten de güzellik, zenginlik ve ihtişam yalnızca birer vesiledir. İhlaslı, dürüst, Allah rızası için bir hareket olduğu takdirde Allah bu fiziksel üstünlüklere bir de manevi güzellik ve üstünlük katar. O zaman da metafizik ve ezici bir üstünlük ortaya çıkar. Bu üstünlük, müminin yalnızca dış görünümüne değil, hareket, konuşma ve tavırlarına da yansır. Bütün hareket, tavır ve konuşmaları son derece akılcı olur. Tüm bu özellikler de küfrü, adeta büyülenmişçesine, aşırı derecede etkiler.

Kuran’da, Hz. Yusuf’un başına gelenlerin anlatıldığı kıssada bu ilahi kuralın en güzel örneğini görürüz. Hz. Yusuf çok üstün bir fiziksel güzelliğe sahiptir. Fakat ayette, kendisini gören kadınların onu gözlerinde daha da “büyüttükleri” ve adeta bir melek olarak algıladıkları belirtilir:

(Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir davetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yusuf’a da:) “Çık, onlara (görün)” dedi. Böylece onlar onu (olağanüstü güzellikte) görünce (insanüstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler. (Yusuf Suresi; 31)

Demek ki Allah Hz. Yusuf’u onlara, zahiri güzelliğinin daha ötesinde güzel ve heybetli göstermiştir. Güzelse Allah daha da güzel göstermiş, fiziksel üstünlüğü katlanarak artmıştır. Onu meleğe benzetmeleri de ondaki bu manevi güzellik, heybet ve asaletten, imanındaki üstünlükten kaynaklanmıştır.

Kadınlar, daha önce yeryüzünde hiç rastlamadıkları bir heybet ve güzellikle, üstünlük ve kaliteyle karşılaştıkları için, Hz. Yusuf’un onlar üzerindeki etkisi de çok büyük ve kalıcı olmuştur. Bambaşka, gündelik hayatta hiç rastlamadıkları bir boyutla karşılaşmış, merak, ilgi ve hayranlıkları da aynı derecede olmuştur. 

Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi, Allah ihlaslı bir mümini bu tür ekstra özelliklerle donatmasa, onun dışarıya karşı vereceği etki, sıradan bir yakışıklı, sıradan bir zengin veya sıradan bir zeki ya da kültürlü insanın oluşturduğu yine sıradan ve geçici bir etki ve hayranlıktan öteye gidemez. En güzel fiziğe de sahip olsa, en şık ve pahalı elbiseleri de giyse, saatlerce konuşsa, yine de gerekli ve kalıcı etkiyi yaratamaz; o ortamdan ayrıldığında da silinir gider. 

Örnek Bir Ahlak ve Kişilik Yapısı Sergiler

İnkar edenlerin, her zaman, can düşmanları olarak gördükleri müminlerin, tüm hareket ve ifadelerinden ters ve olumsuz anlamlar çıkarabileceklerini, önyargılı ve düşüncesizce yaklaşabileceklerini hatırdan çıkarmamalıdır. Bu nedenle mümin, küfrün içinde yapacağı her hareket ve konuşmanın, her davranışın, en ince mimiğine kadar ölçülü ve kontrollü olmasına, karşı tarafın koz olarak kullanabileceği en ufak bir açık bile vermemeye azami ölçüde dikkat eder. Küfrün en temel vasfı olan alaycılığına malzeme verecek hiç bir davranışta bulunmamaya, hiçbir ifade sarfetmemeye özen gösterir. Bütün bunları yaparken de hem doğallık ve samimiyet boyutundan ayrılmaz, hem de küfürle yüz göz olmayacak bir vakar ve asaleti sürekli muhafaza eder. 

Bu kadar ince bir denge ve kontrolü sağlamak sıradan bir insan için ilk bakışta güç görünse de, asalet, vakar, akılcı, bilinçli, ölçülü ve kontrollü davranmak müminin zaten doğal vasfıdır. Dolayısıyla, yapılan hareket sırasında ihlaslı olunup yalnızca Allah’a güvenildiği takdirde, Allah’ın mümine yardımcı olacağı, onu küfrün karşısında kesinlikle küçük düşürmeyip yücelteceği şüphesizdir. Böyle bir durumda kişinin her hareketinin ve her sözünün Allah’ın koruması altında olacağı kesindir.

Buna karşın, küfrün arasına ihlassız ve nefsani bir şekilde girildiğinde tamamen farklı ilahi kanunlar işlemeye başlar. Böyle bir hareketin karşılığında, başarısızlık, küçük düşme, mahcup olma, zor durumda kalma, mağdur olma gibi sonuçları da en başından göze almak gereklidir. Bu tip bir durum, küfürde daha önceden bırakılmış olan olumlu etkiyi de—eğer varsa—zedeler, hatta yokeder. Böyle bir durumda, karşı taraftaki inkarcı, ya kendisinin önceden yanıldığını ve o kişiyi eskiden gözünde fazla büyütüp abarttığını düşünür, ya da zeka ve uyanıklık derecesine göre, onda önceki halinden bir farklılık olduğunu sezinler. Karşısındakinin zaafını ve manevi gerilemesini kimi inkarcılar da bu şekilde içgüdüsel olarak hissedebilirler. Dolayısıyla küfrün arasında bulunan imanlı bir kişi, bütün mümin topluluğunu temsil ettiği için, olayın diğer ucu da davanın ve müminlerin geneline dokunur. Her ne kadar, en olumsuz olay, en olumsuz gelişme bile sonuçta İslam’ın hayrına dönüşse de, kişisel olarak yapılabilecek her türlü hatanın, verilecek her türlü yanlış imajın bütün müminlere ve davaya yansıyabileceğini de akıldan çıkartmamak gerekir. 

İhlas, samimiyet ve dava bilincinden yoksun, ezik ve zayıf şahsiyetli, lafını sözünü, oturup kalkmasını, giyinmesini bilmeyen kimselerin İslam adına küfrün karşısına çıkmaları, inkarcıların kendilerine olan güvenlerini arttırır, küfürlerini pekiştirir. İnkarcılar, böyle bir kimsenin imanının, dolayısıyla şahsiyetinin zayıflığından, kişisel zaaflarından cesaret alırlar. Aldıkları bu cesaretin sonucunda da kimi zaman o mümine gerek ima yoluyla gerekse doğrudan kendi sistemlerini, düşünce ve yaşam tarzlarını savunma, övme veya açıklama gayretine girerler. Hatta daha da öteye giderek, onun zayıf iman ve şahsiyetinden kaynaklanan hal, tavır, davranış ve konuşma bozukluklarını İslam’a ve müminlerin geneline maletmeye çalışırlar. Bu yüzden, savunduğu dini gerektiği gibi temsil edemeyeceğini hisseden bir kişi eğer, bir parça vicdanı kalmışsa, İslam adına ortaya çıkmamalı, bunu ehil olanlara bırakmalıdır. Aksi bir davranış küfrü sevindirmekten, müminleri zor durumda bırakmaktan başka bir işe yaramaz.

Bunun aksine, inkarcıların güçlü imana ve şahsiyete sahip ihlaslı müminlerin yanında kendi dinlerini anmaya cesaret bulmaları, onların dinlerinden taviz koparabilmeleri mümkün değildir. Bu yüzden gerçek mümin, küfür üzerinde, “... bugün inkâra sapanlar, sizin dininizden (sizi dininizden çevirmekten) umut kesmişlerdir...“ (Maide Suresi; 3) ayetinde belirtilen umutsuzluğu ve çaresizliği oluşturan insandır. 

Mümin Ancak Diğer Müminlerle
Birlikte Olabilir 

Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saff Suresi; 4) 

İnsan ahirette kimlerin yanında olmak istiyorsa, dünyada da onlarla beraber olmalıdır. Dolayısıyla bir müminin yeri, yalnızca ve yalnızca müminlerin yanıdır. Eğer buna imkanı yoksa—ki bu ancak geçici bir süre için ve çok istisnai bir durum olabilir—müminlerle birlikte olmayı içten ve samimi olarak istemesi gereklidir. Müminler; Allah’ın sıfatlarını üzerinde en çok taşıyan, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan, Allah’ı çok seven ve çokça zikreden, kendilerini Allah’a teslim etmiş, canıyla ve malıyla onun yolunda mücadele eden üstün insanlardır. Dolayısıyla, Allah’ın rızasının en çok bulunduğu yer de bunların yanıdır. Nitekim Kuran, müminlerin hep birarada olmalarını kesin bir biçimde emreder:

Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi; 103)

Müminin rahat ve huzurlu olmasının yegane yolu, diğer müminlerle beraber olmasıdır. Kuran’da bildirilen Allah’ın kanununa göre, “kalpler yalnızca Allah’ı anmakla tatmin bulur” (Rad Suresi; 28). Allah’ın anılması ise, yine Kuran’a göre, “Allah’ın içinde kendi adının anılmasına izin verdiği evlerde”, yani müminlerin evlerinde gerçekleşir. Çünkü “Allah’ın nuru”, bu evlerdedir: “(Bu nur,) Allah’ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir; onların içinde sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur Suresi; 36)

Gerçek bir mümin, aklın, maddi ve manevi güzelliğin, temizliğin, güzel ahlakın hakim olduğu ve içinde sürekli olarak Allah’ın zikredildiği ortamlardan zevk alır. Ancak, Allah’ın birçok sıfatının tecelli ettiği evlerde rahat hareket edebilir. Kalbi ve ruhu ancak böyle bir ortamda huzur bulur. Bu ortam da yalnızca müminlerin bulundukları ortamdır. Kuran’a göre buralarda, “arınmayı içten arzulayan” adamlar vardır. (Tevbe Suresi; 108)

Müminlerin beraber olmalarındaki en önemli hikmetleri şöyle sayabiliriz: birbirlerine her an destek olmaları, birbirlerine her an olumlu telkin vermeleri, birbirlerinin arınmalarına vesile olmaları, birbirlerine hatırlatıcı ve uyarıcı olmaları, birlikte Allah’ı anmalarıdır. Bu nedenle mümin, vaktinin mümkün olduğunca büyük bir bölümünü bu özellikleri bulabildiği mümin topluluğunun arasında geçirmekten büyük haz duyar.

Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘istek ve tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. (Kehf Suresi; 28)

Bir görev icabı, küfrün arasına girmesi gerektiğinde asli görevini hiçbir zaman unutmaz ve en fazla istifade esasıyla hareket eder. Bu yolla müminlere menfaat sağlamaya, küfrün maddi ve manevi gücünü kırmaya çalışır. Bu sayede Allah’ın şanının daha da çok yüceltilmesini, müminlerin daha rahat etmelerini, hareket kabiliyetlerinin artmasını sağlar.
Müminler ancak, doğal ve samimi davranan, hiçbir dünyevi çıkar gözetmeyen, birbirine karşı düşkün, fedakar ve ince düşünceli insanların, yani müminlerin bulunduğu bir ortamda rahat edebilirler. Bu da Allah’ın Kuran’da tarif ettiği cennet modelidir. Mümin bu dünyada da, maddi ve manevi olarak, elinden geldiğince cennet ortamları oluşturmaya çalışır ve ancak böyle ortamlardan zevk alabilir. Müminler tüm hayatları boyunca günün 24 saati cennet modelini hayatlarına uygularlar. Bunun en belirgin olanı, evlerinde yaratılan ortamdır. Müminlerin evleri kendileri için en rahat, en güzel, en güvenilir ortamdır. Ancak bu şekilde müminin kalbi ferahlar, rahat eder ve cahiliye toplumunun boş ve amaçsız kültüründen sıyrılabilir. 

Allah’ın, bir insanı müminler topluluğunun içine sokmasının ve ona dine hizmet etme imkanı vermesinin onun için çok büyük bir nimet olduğu ortadadır. Bu nimetin şükrü de müminlerle birlikte olmaktan zevk almak, her fırsatta onlarla birlikte olmaya çalışmakla olur. Eğlenilecekse, dışarıya çıkılıp gezilecekse, yine müminlerle toplu halde yapılan eğlenceler mümine zevk verir. Bunu, özgürlüğünü kısıtlama olarak değil, tam tersine, arınma, temizlenme, rahatlık olarak görmesi, pislikten uzak durma, korunma olarak değerlendirmesi gerekir.

Müminlerin birbirlerine bağlılıkları, sevgileri ve taşıdıkları üstün vasıflar, Kuran’da şöyle anlatılır:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi; 71) 

Allah, müminlerle birlikte olmanın bir cennet zevki ve mükafatı olduğunu, müminlerin ahirette en üstün insanlarla birlikte olacağını ayetlerde bildirmektedir:

Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi; 69)

Durum böyleyken, küfürle beraber olmaktan zevk alan bir insan kendisine verilen nimete açıkça nankörlük etmiş olur. Dünyada küfürden zevk alan bir insanın ahirette de küfürle birlikte olacağını bilmesi ve kabul etmesi gerekir. Ahirette ise küfrün bulunduğu yer cehenemden başkası değildir. 

Salih mümin az bir nimetten bile Allah’ı anarak, onun Allah’tan geldiğini bilerek, şükrederek çok büyük zevk alabilir. Böyle olunca da, Allah nimetlerden alınacak zevki ve neşeyi kat kat arttırır. Nimetlerin de aynı ölçüde katlanarak artmasını, küfrün sahip olduklarıyla kıyaslanmayacak derecede en güzel, en mükemmel, en kaliteli ortamların oluşmasını sağlar. 

Mümin Topluluğu İçinde Yeralan Ve Farklı İmani 
Konumlara Sahip Olan İnsan Çeşitleri 

Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi; 32) 

Kitapçığın başında, müminlerin arasında göründükleri halde çeşitli nedenlerle cahiliye yaşantısına özenen ve cahiliye toplumuna eğilim gösteren kişileri üç grupta sınıflandırmıştık. Bunların içinde özellikle—kitapçığın da temel inceleme alanını oluşturan—üçüncü grup, her ne kadar homojen bir grup gibi görünse de aslında farklı tür ve derecede imani problemleri olan fertlerden oluşmuştur. Müminlerin arasında barınan bu tür kişilerin karakter ve kişilik yapıları, gösterdikleri tavır ve davranış bozuklukları birçok ayette detaylarıyla tarif edilmiştir. 
Kuran’ın indirildiği dönemde Peygamber Efendimiz’in etrafında bulunan müminler iman ve takva bakımından birbirlerine göre farklı farklı konumlara ve derecelere sahiptiler. Ayetlerden öğrendiğimize göre bu müminler arasında canını-malını son noktasına kadar satan, en zor anlarda bile Allah’a, Resul’üne ve davaya karşı sarsılmaz bir sadakat gösterenlerden, zorluk anlarında kalpleri kaymak üzere olan, hatta Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunabilecek kadar imani zaaf gösterebilen kimselere kadar geniş bir imani yelpaze mevcuttu. 

Bunlarla birlikte yine ayetlerin haberiyle, kendini mümin zannedip de aslında iman kalplerine girmemiş ‘eslemeler’, savaştan kaçacak, sadaka ve ganimetler konusunda sorun çıkartacak, isteksizce infak edecek, nefsine ağır gelen konularda itaatte zorlanacak, ve bunlara benzer çeşitli Kuran dışı hareketleri işleyecek türde kişiler de yer almaktaydılar. Allah bunların kimisine tevbe nasip edip affetmiş ve gerçek imanı nasip etmiş, kimilerine de süre tanıyıp bir zorluk anında onların gerçek yüzlerini deşifre etmiş, müminlerden ayırmıştır. Kimisinin durumu da ancak ahirette, kitabını sağdan beklerken sol tarafından aldığında ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak bu insanların tümü belli bir süre, bir bölümü de hayatlarının sonuna dek mümin cemaatinin içinde birlikte yaşamışlar, birbirlerini mümin olarak görmüşlerdir. Ancak Allah, takdir ettiği ve razı olduğu gerçek mümin modelini ayetlerde açıkça tarif etmiştir. Gerçek, samimi ve ihlaslı müminlerin de kendi aralarında çeşitli üstünlük dereceleri vardır. Gerçek mümin tarifinin dışında kalan kimselerin ise, bu ideal modelden uzaklaştıkları ölçüde imani dereceleri düşer, küfrün sınırlarına yaklaşır; bir noktadan sonra da iman çizgisinin dışına taşarlar. 

Kuran ayetleri her devre baktıkları için aynı durum günümüzdeki bir mümin topluluğu için de geçerlidir. Elbette ki, mümin topluluğunun içinde bulunmak, cahiliye toplumuna mensup olmakla kıyaslanamayacak derecede daha üstün ve şerefli bir konumdur. Ancak bunu ahiret için bir garanti sayarak, Allah’ın sınırlarını korumada taviz vermek, Allah korkusu, helal, haram ve itaat konularına gereken titizlik ve hassasiyeti göstermemek büyük bir aldanış olacaktır. Unutmamalıdır ki, münafıklar ve müşrikler de İslam cemaati içerisinden çıkarlar. Bunların büyük bir kısmı önceden iman ettikleri halde sonradan inkara sapmış, Allah’ın gazabına ve ebedi azaba mahkum olmuşlardır. Bu nedenle hiçbir mümin kendisini garantide görmemeli, Allah’ın ayetlerde kınadığı karakter ve kişilik özelliklerini üzerinde taşımaktan, bu tarz tavır ve davranış şekillerini sergilemekten kaçınmalıdır. Ayetlerde tarif edilmiş olumsuz örneklerden ders ve ibret almalı, güzel ve övülen örneklere benzemeye çalışmalıdır. 
Bu amaçla, mümin topluluğu arasında yaşayan insan çeşitlerini, onların olumlu ve olumsuz özelliklerini, örnek alınacak ya da sakınılacak yönlerini tarif eden Kuran ayetlerini belli başlıklar altında sınıflandırdık:

“GERÇEK” MÜMİNLER

İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal Suresi; 74) 

Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi; 15)

MÜMİNLERİN ÇOĞUNA ÜSTÜN KILINANLAR

Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml Suresi; 15-17)

ÖNE GEÇENLER

Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi; 100)

HAYIRLARDA YARIŞANLAR

Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi; 32)

ORTA YOLDA (MUKTESİD) OLANLAR

Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi; 32)

AĞIR DAVRANANLAR

Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: “Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım” der. Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiç bir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; “Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ‘kurtuluş ve mutluluğa’ erseydim.” (Nisa Suresi; 72-73) 

İMANLARINI ZULÜMLE KARIŞTIRMAYANLAR

İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir. (Enam Suresi; 82) 

“ESLEME”LER İMAN KALPLERİNE HENÜZ 
GİRMEMİŞ OLANLAR

Bedeviler, dedi ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak “İslam (müslüman veya teslim) olduk (eslemna) deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Hucurat Suresi; 14)

ALLAH’A VERDİKLERİ AHDE 


SADAKAT GÖSTERENLER

Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler. (Ahzab Suresi; 23)

ALLAH’A VERDİKLERİ AHDE
SADAKAT GÖSTERMEYENLER

Oysa andolsun, daha önce ‘arkalarını dönüp kaçmayacaklarına’ dair Allah’a söz vermişlerdi; Allah’a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir) sorumluluktur. (Ahzab Suresi; 15)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder