21 Ekim 2015 Çarşamba

GİRİŞ

  BENZER ESERLER İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
 İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir
örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki:
"Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan
gerçekten uzağız. Sizi  tanımayıp-inkar ettik.
Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak  iman edinceye
kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş  göstermiştir."
Mümtehine, 4 

Kuran’ın Zümer suresinde, ahirette insanların hesaba çekilmesinden bahsedilirken onların, cennete ya da cehenneme “gruplar” halinde yollanacakları haber verilir (Zümer Suresi; 71-73).

Bir diğer ayette de mahşer günü, önderleriyle birlikte hesaba çağrılan “insan grupları”ndan bahsedilir (İsra Suresi; 71). Yani insanlar ahirette her ne kadar kişisel olarak hesaba çekilseler de genelde hesabın öncesinde ve sonucunda gruplar halinde bir muameleye tabi tutulurlar. Herkes kendininkine yakın ve benzer konum ve derecelere sahip kişilerle aynı grupta yer alır, benzer akıbetlere uğrar. Cennete veya cehenneme girer, benzer derecelerde ceza veya mükafat görür. Buradan hareketle, insanın dünyada iken hangi “insan grubu” içinde yer aldığının da son derece önemli bir konu olduğu ortaya çıkar.

İlk bakışta, yeryüzünde birbirinden farklı çok sayıda grup varmış gibi görünse de insanlar gerçekte iki ana gruba ayrılırlar. Bunlar, Allah’a ve ahirete iman eden mümin topluluğu ile, Allah’ı ve ahireti tanımayan inkarcılar topluluğudur. Allah ve ahiret inancından yoksun olan ikinci gruba, içinde bulundukları büyük şuursuzluk ve bilgisizlik nedeniyle, Kurani bir terim olarak “cahiliye toplumu” adı verilir. Bu toplumun değer yargıları, ahlaki kıstasları Allah’ın koyduğu hükümlere göre değil, yanlış ve çarpık cahiliye hükümlerine göre belirlenmiştir. 
Ahiret günü cennete sevkedilenler arasında yer alabilmek ancak bu dünyada da müminlerin tarafında olmakla mümkündür. Bunun ilk aşaması ise insanın içinde bulunduğu cahiliye toplumunu terketmesidir. Nitekim inkarcılardan “kopup-ayrılmak” Kuran’ın açık bir emridir: “Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile) kopup-ayrıl.” (Müzzemmil Suresi; 10)

Kuran’daki örnek müminlerin, en başta da peygamberlerin izlediği yol budur. Örneğin Hz. İbrahim, inkarcı kavmine şöyle seslenmiştir: “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.” (Meryem Suresi; 48)

Bu kopup-ayrılma fiilî olduğu gibi kalben ve zihinsel olarak da gerçekleştirilmelidir. Fiilî olarak, insan cahiliye toplumunun üyeleri ile değil, müminlerle birlikte olmak için özel bir gayret göstermelidir. Bu birinci şarttır. Fakat bunu yaparken zihinsel ve ruhsal olarak da, cahiliye kültürünün tüm etkileri yokedilmeli, bilinçaltındaki tüm telkinleri ve kalıntıları temizlenmelidir.

Bunu yapmak hiç de zor bir şey değildir. Zira normal bir insan zaten görüp tanıyınca doğal olarak imanı küfre tercih eder; küfrün maddi ve manevi pisliklerinden temizlenmek ister. Çünkü iman; insan için faydalı olan, insanın ruhuna ve nefsine zevk veren tüm güzellikleri içinde barındırır. Allah, cennette olduğu gibi dünyada da, müminlere hiç bir inkarcının ulaşamayacağı maddi-manevi lezzetleri, nimetleri ve güzellikleri, cennetin bir numunesi olarak sunmuştur, bundan sonra da sunacaktır. Müminler, cenneteki sonsuz nimeti, büyük ihtişam ve estetiği takdir edebilecek bir duyarlılığa sahip oldukları gibi, dünyadaki nimetleri de takdir edebilecek yegane insanlardır. 

Buna karşın inkar ise, insanın ruhunu sıkan, onu ağır baskılar, hırslar, saplantı ve tutkular altında boğan, onu hayatın güzelliklerinden mahrum kılan bir sistemdir. Müminlerle kıyaslanmasa da, küfre imtihan maksadıyla verilen bir takım nimetler onun azabını arttırmaktan başka işe yaramaz. Meşhur bir İslam aliminin benzetmesiyle bu nimetler “zehirli bal” gibidirler. Daha bu nimetleri tadarken inkarcılar, bunların içindeki azabın acısını hissetmeye başlarlar. İnkarın ahiretteki azabı daha dünyadayken peşlerine takılmıştır bile.
Burada önemli bir ilâhi sırra da değinmek gerekir: imanı sevmek ve onun insana getirdiği maddi ve manevi lezzetlerden zevk alabilmek, küfürden ise nefret edip onu çirkin görmek, her ne kadar doğal görünseler de aslında tamamen Allah’ın lûtfu sayesinde kavuşulan nimet ve meziyetlerdir. Allah bu metafizik durumu bir ayette şöyle bildirir.

... Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır. (Hucurat Suresi; 7)

Buna karşın Allah, bu büyük lütuf ve ihsanının değerini onlara göstermek için aynı durumun tersini küfür için yaratmıştır. Bunun sonucunda ise inkarcılar imanın içerdiği güzellikleri “mucizevi bir biçimde” göremez, aksine cahiliyenin; pis, karanlık, sıkıntı verici sisteminden zevk alırlar. Teknik ifadeyle, algılarında bir bozukluk vardır. Bu tesadüfen oluşmuş bir bozukluk değildir; Allah tarafından özel olarak yaratılmıştır. Allah, küfür sisteminin içerdiği tüm pislikleri ve kötülükleri, inkarcılar için “süslü” kılmıştır. Kuran bu sırrı şöyle haber verir:

Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici gösterilmiş’ ve kendi heva (istek ve tutku)larına uyan kimseler gibi midir? (Muhammed Suresi; 14)

Küfrün önde gelenleri arasında bu süslü ve çekici görme olayı öyle boyutlara varmıştır ki bunu adeta yaşam felsefesi haline getirmişlerdir. örneğin Masonlar kendi kaynaklarında pislik ve rezillikten zevk alanları şöyle savunurlar:

“Köpek için kemiğin, domuz için dışkının çekici bir tadı olmasaydı, onlar bu maddelerle karınlarını doyurmak isterler miydi? Rezilliklerin her çeşidinden ayrı bir tad alan güçlü kişileri ayıplamayınız.” (Mason Dergisi, Sayı 29, Sayfa 20)

Görüldüğü gibi, eğer insan imanın verdiği açık ve berrak ruh haline ulaşamazsa, cahiliyenin karanlık ve tiksinti verici dünyasını “süslü ve çekici” bulmaya, o dünyaya karşı içinde bir eğilim hissetmeye başlar. Hayatın her anına müdahale eden, insan zihninin her noktasını etkisi altına alan cahiliye sistemi, müminlerin arasına yeni katılmış ya da müminlerin arasında olup da gerçek bir imani olgunluğa ulaşamamış kimseleri de olumsuz yönde etkileyip onlara zarar verebilir. Zayıf imana sahip kişi böyle bir yara aldığı takdirde müminlerin elindeki büyük nimetleri bırakarak, cahiliyedeki basit ve aldatıcı bazı “süs”lere saplanabilir. 

Bilinçaltında cahiliyeden kalmış bir takım, duygusallık, maceracılık, gösteriş yapma arzusu gibi nefsani eğilimleri küfrün arasında tatmin etme arayışları da, kişiyi zamanla inkarcıların arasına iten etkenlerdendir.

Sonuç olarak yapılması gereken, cahiliye toplumunu tam olarak terketmek, ona hiç bir şekilde eğilim göstermemek ve bilinçaltındaki cahiliye kırıntılarını köklü olarak temizlemektir. Bu kitapçık, bu konudaki bazı önemli noktaları Kuran’ın ışığında ortaya koymak için yazılmıştır. 

İlerleyen sayfalarda, imanı zayıf bir kişinin küfür ortamına nefsani olarak eğilim göstermesinin altında yatan sebepleri, şeytanın bu konudaki saptırma yöntemlerini, müminlerin hangi şartlarda küfürle birlikte olabileceği, küfür ortamında bulunmanın zararları, her türlü şartta müminlerle birlikte olmanın gerekliliği gibi konuları Kuran ayetleri ile inceleyeceğiz.

Zayıf İmanlı Kişinin Küfür Ortamına
Eğilim Göstermesinin Başlıca Nedenleri

Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır.

Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah’ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir.

Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir. Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır. (Nahl Suresi; 106-109)

Müminlerle birlikteymiş gibi göründüğü halde inkarcıların bulunduğu ortamlara eğilim gösteren kişiler her devirde, her müslüman topluluğunun arasından çıkmıştır. Bu tür kimseleri üç gruba ayırabiliriz:

- Mümin olup, yaşamını da Kuran’a göre düzenlediği halde hata ve gaflet sonucu geçici olarak bu tür bir eğilim gösteren kimseler; 

- İslam diniyle yeni tanışıp da bilgi eksikliği nedeniyle Kurani yaşam tarzına tam olarak uyum gösterememiş, eski hayatından henüz gerçek manada kopamamış kimseler; 

- Uzunca bir süredir müminlerle birlikte olduğu halde hayatını ve düşünce yapısını Kurani ölçülere göre düzenleyememiş, imani derinliği elde edememiş ve nefsinin kontrolünden çıkmayı başaramamış zayıf iradeli kişiler.

Bunlardan birinci gruba dahil olanlar, anlık olarak nefslerine uymaları sonucunda böyle bir hataya düşerler. Ancak uyarıldıktan ve yaptıkları hata kendilerine tarif edildikten sonra, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilerler. Aynı hatayı tekrarlamaktan da kaçınırlar. İkinci gruptakiler ise İslam’la yeni tanışmışlardır, ve dolayısıyla henüz eğitim aşamasındadırlar. Bu nedenle, samimi oldukları takdirde, gerekli dini bilgiyi edindikten sonra bu tür hataları tekrarlamamaları umulabilir. Ancak içinde bulundukları geçiş aşamasını bir fırsat olarak görmeye, kendilerine gösterilen esnekliği istismar etmeye çalışırlarsa, Allah katında son derece kötü bir konuma düşecekleri de kesindir.

Bu gruplar arasında ahiretleri açısından en tehlikeli konumda olanlar, bu kitapçığın da ana konusunu oluşturacak olan üçüncü gruptakilerdir. Bunlar o kadar zaman içerisinde edindikleri onca bilgiye, müminler arasında geçirdikleri uzun süreye rağmen, hala Kuran’da tanımlanan ihlaslı ve samimi mümin modeline kavuşamamışlardır. Bu nedenle de şeytanın ve nefslerinin kışkırtmalarına son derece açıktırlar. Ne yanlarında bulunan müminlerdeki güzel örneklerden istifade eder, ne de kendi hatalarından ibret alırlar. Çoğunlukla da kendilerinin haklı ve doğru yolda olduklarını zannedip, düzelmeyi, öğüt almayı gerektirecek bir durumları olmadığını sanırlar. 

Kalplerinde köklü bir manevi değişiklik yapamadıkları takdirde, bu tür kimselerin müminlerin arasında fazla barınamayacakları Allah’ın kesin bir kanunudur. Kendi rızalarıyla müminler arasında kalmak isteseler dahi, Allah buna izin vermeyecektir. Çünkü bunlar nefslerinin fücurunu korumakta kararlıdırlar, içlerindeki pisliği temizlemeye yanaşmamaktadırlar. Allah ise kesin olarak pisi temizden ayıracağını vaadetmiştir:

Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırdedinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir... (Al-i İmran Suresi; 179) 

Üç gruba ayırdığımız bu kişileri küfür ortamlarına girmeye ve küfürle birlikte olmaya yönelten de işte, nefslerinde barındırdıkları bu pislikler ve bunlardan kaynaklanan hastalık ve bozukluklardır. İlerleyen sayfalarda bu hastalıkları ve bozuklukları inceleyeceğiz. 

Algı ve Mantık Bozukluğu:
Küfrün “Süslü ve Çekici” Kılınması

İnsanı müminlerin arasından küfrün çirkin ortamına girmeye yönelten sebeplerin en önemlisi girişte de bahsettiğimiz “algı ve mantık bozukluğu”dur. Allah, tam anlamıyla iman eden, kendisine hiçbirşeyi ortak koşmayan samimi müminleri hem dünyada hem de ahirette rızasına, rahmetine ve nimetine kavuşturacağını Kuran’ın pek çok yerinde belirtmiştir. Allah’ın bu vaadine kavuşan resuller yine Kuran’ın birçok yerinde örnek gösterilirler. Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zülkarneyn, Hz. Yusuf, Allah’ın kendilerine güç, iktidar, mülk ve nimet verdiği bu üstün şahıslardandır:

Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml Suresi; 15-17)

Andolsun, biz Davud’a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik. “Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin” (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten ben, sizin yaptıklarınızı görenim” (diye vahyettik). Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe Suresi; 10-13)

Gerçekten, biz ona (Zülkarneyn) yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. (Kehf Suresi; 84)

(Zülkarneyn) Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır....” (Kehf Suresi; 95)

İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki, orada dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf Suresi; 56,57)

Aynı şekilde, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi birçok peygamber de kavimlerinin inkar edenleriyle bir süre mücadele ettikten sonra kendilerine tâbi olan salih müminlerle birlikte onlara üstün gelmişler, onların ardından yeryüzüne mirasçı olmuşlardır. 
Allah böylece, önceki nesillerden örnekler verirken bugün yeryüzünde yaşayan salih müminleri de müjdelemektedir. Samimi ve ihlaslı müminler de Allah’ın bu vaadinin gerçekleşmekte olduğuna bizzat yaşayıp şahitlik etmektedirler. Bir yandan da Allah’ın sınırsız rahmetini daha da yayıp genişletmesini ummaktadırlar. İşte gerçekten iman etmiş halis müminler için Allah’ın yeryüzündeki kanunu budur, ahirette ise kendilerini çok daha üstün, hayırlı ve süreklisi beklemektedir. 

De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Araf Suresi; 32)

Sonuç olarak Allah kendi yoluna ve rızasına uyan müminlere dünyada sahip olunabilecek her türlü mal, mülk ve nimeti vermiştir; bunu artıracağını da vaadetmiştir. Bunlar inkarcıların sahip olduklarından çok daha kaliteli, çok daha temiz, güzel, estetik ve zevk vericidir. Çünkü müminler her zaman seçici oldukları için, her şeyin en temizine, en iyisine sahip olma anlayışındadırlar. 

Hal böyleyken bir kişinin, müminlere verilen bunca nimet ve bolluğa, rahmet ve berekete, seçkinlik ve üstünlüğe, yaşayarak şahit olduğu halde, küfrün tiksinti verici ortamlarına özenmesi, onların arasına girerek nefsine bir takım ucuz tatmin yolları araması onun iman boyutundan çok daha başka bir boyutta olduğunun göstergesidir. Böyle bir kişinin aklının tamamen örtüldüğü, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırdedemeyen, bütün algıları bozulmuş, şuuru kapanmış birisi haline dönüştüğü ortadadır. Zira küfrün bütün o olumsuz özelliklerine, Allah’ın nezdindeki durumuna rağmen, küfürde hala süslü, çekici, cazip bir yön bulması, şeytanın yandaşları olan inkarcıları kendisine yakın görmesi ve onlarla birlikte bulunmaktan bir rahatsızlık duymaması şaşırıp sapmışlığının açık bir göstergesidir:

Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır Suresi, 8)

Bu korkunç durum kişiye ya daha sonradan musallat olur:

Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. (Münafikun Suresi; 3)

... ya da başından beri kalbinde gizleyip bir müddet mümin taklidi yaptıktan sonra açığa çıkıp gözler önüne serilir:

Size geldiklerinde: “İnandık” derler. Oysa onlar inkarla girmişlerdir ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi bilir. (Maide Suresi; 61)

Ancak sonuç olarak her ikisinin de vardığı nokta aynıdır. Bu tür insanlara mühlet tanınması ve bunların bir süre müminlerin arasında tutunabilmeleri de elbette birçok ilahi hikmeti içinde barındırmaktadır. Bu hikmetlerden birkaçını kısaca sayabiliriz: 

- Müminlerin bu durumdan ibret alıp Allah’ın azap ve saptırmasından kimsenin garantide olmadığını görerek benzer bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmaları. Dolayısıyla Allah’tan olabildiğince korkup sakınmaları; 

- Kendilerine imanı sevdirip küfrü çirkin gösteren Allah’a hamd ve şükürlerini arttırmaları; 

- Hz. Süleyman’ın şeytanları dinin menfaatine kullanması gibi, Allah’ın, münafık karakterli bu kişileri de belli bir süre İslam’ın ve müminlerin yararına hizmet ettirmesi; 

- Münafıkların bu şaşkınlık ve sapkınlıklarına müminlerin, şahit olmaları, münafıkların da böylece ahirette öne sürebilecek hiçbir haklı gerekçe ve mazeretlerinin kalmaması.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder