... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran; 118-119) Küfür ortamı maddi ve manevi olarak müminlere sıkıntı veren bir ortamdır.
Daha önce küfür ortamında da bir derece estetik, güzellik ya da kalitenin bulunabileceğinden ve nefsin bunlardan zevk alabileceğinden söz etmiştik. Ancak, bu estetik ve güzellik, beraberinde; küfrün pisliğini, samimiyetsizliğini, amaçsızlığını, boş konuşmalarını, çirkin ahlak ve karakterini de barındırmaktadır. Bu olumsuz özellikler, sözkonusu ortamın ilk bakışta renkli, cazip ve süslü görünen yönlerini de örter.
Meşru—yani Allah rızasına uygun, dine faydası olacağı açık ve nefsani bir payın karışmadığı—bir gerekçe olmadıkça, Allah’ın anılmadığı dahası Allah’a, Resul’e ve müminlere karşı kin ve düşmanlığın beslendiği, konuşulduğu, hatta alay edildiği, Allah’a isyanın yaşam tarzı haline geldiği bir ortamda durmak mümine yakışmaz. Nitekim, Allah ve din aleyhinde konuşulan ortamları derhal terketmek ayetle açıkça emredilmiştir:
O, size Kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi; 140)
Küfrün yoz ve çirkin ahlakı, akılsızlığı, aşağı ve basit karakteri, pisliği, yapmacık ve özenti tavırları, zilleti, bencilliği, çıkarcılığı ve fırsatçılığı, Allah’ın sınırlarını çiğnemede, nefsine hizmet etmede yarış halinde olması, israfı eğlence haline getirmesi ve bunlar gibi birçok cehennemlik özelliği ihlaslı bir müminin ruhuna ve kalbine sıkıntı verir.
Bu tür bir ortamda bulunabilecek nimetlerden zevk almaya çalışmak pisliğin içine bulaşmış güzel bir yemekten iştahlanmaya benzer ki, yemek ne kadar güzel olursa olsun, onu içinde bulunduğu pislikle beraber görmek normal bir insanın midesini bulandırır. Kafirin de, “Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (Tevbe Suresi, 28) ayetinde belirtildiği üzere, bu pislikten en ufak bir farkı yoktur. Zira kafir, o kadar delili gözardı edip Allah’ı inkar eden ve kendi nefsini ilah edinen kimsedir. Bu nedenle, riya, gösteriş, sahtekarlık, bencillik, nankörlük, hainlik, vefasızlık, menfaatçilik, böbürlenme, aşağılık kompleksi gibi her türlü pisliği de içinde barındırır.
Böylesine sefil ve aşağı bir ahlak yapısının hakim olduğu ortamlardan elbette hiçbir mümin zevk almaz ve bu tür yerlerde rahat etmez. Müminler ancak Allah’ın adının anılması ile felah bulur ve sadece Allah’ın mescidlerinde, yani içinde Allah’a secde edilen, Allah’a kulluk edilen mekanlarda kendilerini huzurlu hissederler.
Küfür her zaman, gizli veya açıktan,
müminlerin düşmanıdır. Küfre güven duyulmaz
İnkarcıların imanlı bir kişiyi, onun mümin olduğunu bildikleri halde, samimi bir şekilde sevmeleri, onun iyiliğini istemeleri mümkün değildir. Çünkü, “... Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.“ (Nisa Suresi; 101)
ayetinin ifadesiyle, küfrün müminlere olan düşmanlığı vurgulanmıştır. Bunun yanısıra küfür, her zaman, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, Kuran’ın ifadesiyle “şeytanın fırkası”dır. Şeytan ise “insanın apaçık bir düşmanıdır”. Bu, değişmez bir ilahi kanunudur. Mümin bu kanuna uygun olarak tavır almalı, Kuran’da dendiği gibi Hz. İbrahim’i örnek edinmelidir:
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “... Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir...” (Mümtehine Suresi; 4)
Bu yüzden küfür ortamında, dört bir tarafı düşmanlarla çevrili olan bir müminin, hiçbir zaman ne maddi ne de manevi yönden güvencede olduğu söylenemez.
Kendi aralarında bile samimiyetsiz, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan, devamlı arkadan çekiştiren, ikiyüzlü, sinsi, artniyetli, sınır tanımaz inkarcıların, en büyük düşmanları olan müminlere karşı kayıtsız kalacaklarını düşünmek büyük saflık olur. Eğer dostça bir görünüm veriyorlarsa, bunun nedeni, müminlerde bir güç ve caydırıcılık görmeleri, onlardan korkmalarıdır. Bunun yanında, müminlerde en ufak bir zayıflık gördüklerinde, ayetin ifadesiyle onlara “ellerini ve dillerini kötülükle uzatacakları” kesindir:
Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkâr etmenizi içten arzu etmişlerdir. (Mümtehine Suresi; 2)
İnkarcıların müminlere karşı besledikleri kin ve nefret diğer pekçok ayette de vurgulanır:
... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi; 118,119)
“Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (Kehf Suresi; 20)
İnkâr edenler, resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: “Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz. (İbrahim Suresi; 13)
Allah’ın kanunları değişmez. Küfür, Allah’ın kanununa göre daima müminlerin düşmanıdır. Bunun aksini düşünmek ve iddia etmek ise, ya bu denli açık ve kesin olan ayetleri reddetmek, ya da tehlike boyutunu aşmış derecede saf olmak anlamına gelir.
Kuran’ın hiçbir yerinde müminlerin inkarcılarla olan sıcak ve samimi bir bağlılığından, yakınlığından sözedilmez. Tam tersine, Kuran’ın her yerinde peygamberlerin ve müminlerin küfre karşı olan kin ve nefretleri, aralarındaki mücadeleleri anlatılır.
Küfür her zaman ateşe çağırır
İnkarcıların cehennem için yakıt olduğu Kuran’da belirtildiğine göre böyle bir “yakıt”la yakın ve samimi bir bağlantıya geçmek ise oldukça tehlikeli olur. “Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu etmişlerdir” ayetinde belirtildiği gibi, inkarcılar kendileri yandığı gibi müminleri de ateşe çekmeye çalışırlar. Diğer bir ayette de, küfrün önde gelenleri için, “biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık...“ (Kasas; 41) ifadesi kullanılır. Tüm bunlardan, doğru yoldan saptırıp cehenneme sürüklemenin, küfrün, özellikle de küfrün önde gelenlerinin önemli bir özelliği olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, mahşer (diriliş) günü cehenneme yollanacak olan halk, küfrün önde gelenlerine “siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz” (Sebe; 33) diyeceklerdir.
Küfre eğilim göstermek, sonun başlangıcıdır. Kişi bile bile küfre eğilim göstermeye devam ettiği takdirde, aklı gitgide örtülür. Hızla küfrün boyutuna iner. Allah’ı anmaktan uzaklaşır. Bu durumda ise, “kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur” (Zuhruf Suresi, 36) ayeti gereğince, şeytan onu sarıp kuşatır. Bu durum zamanla yüzüne ve tavırlarına yansır. Bakışları değişir, giderek cahiliye toplumunun fertlerine benzemeye, onlar gibi yapmacık tavırlar göstermeye başlar. Tevekkülsüz, huzursuz, tedirgin, asabi, telaşlı ve kibirli bir ruh haline bürünür. Kendine olan güvenini ve saygısını, imanın kendisine kazandırmış olduğu neşe, huzur ve sevinci kaybeder. Bu haliyle, doğal olarak, etrafındaki müminlere de sıkıntı vermeye başlar. Bu durumdaki şahıs vicdanının sesine bir süre daha kulak vermezse vicdanı git gide körelir. Bir müddet sonra vicdanının uyarısını duyamaz hale gelir, kalbi katılaşır, dosdoğru olan yoldan çıkmış olur. Cahiliye toplumunun herhangi bir ferdinden farksız hale gelir.
Kısacası, başta belirttiğimiz gibi, küfre eğilim göstermek, sonuçta onlardan biri olmaya kadar giden bir zincirin ilk halkası, yani sonun başlangıcıdır. Bu nedenle, Kuran, iman edenlerin küçük veya büyük herhangi bir konuda küfre tabi olmalarının doğuracağı büyük tehlikeyi, önceden kesin bir dille haber verir:
Ey iman edenler, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi topuklarınız üzerinde gerisin-geri çevirirler, böylece büyük hüsrana uğrayanlara dönersiniz. (Al-i İmran Suresi; 149)
Küfre taviz veren bir insan, tevbe edip de düzelmediği takdirde, bir süre sonra Allah’ın kendisine tanıdığı sürenin sonuna varır. Bu aşamada, Allah bir vesile ile onu müminlerden ayırır ve layık olduğu küfrün içine, orada ebediyen kalmak üzere sokar.
Bu nedenle insan, dünyadaki cennetin bir nimetine uzanmaya çalışırken onun yanıbaşındaki cehennemin pisliğine ve azabına bulaşmaktan son derece kaçınmalı, Allah’ın sınırlarına karşı olabilecek en büyük titizliği göstermelidir.
Meşru Bir Gerekçeyle Küfür Ortamına
Giren Müminin Taşıdığı Özellikler
Soluk soluğa koşanlara andolsun,
Ateş saçanlara,
Sabah vakti baskın yapanlara.
Derken, orada tozu dumana katanlara,
Bununla bir topluluğun orta yerine kadar dalanlara. (Adiyat Suresi; 1-5)
Kuran’a baktığımızda, müminlerin, en başta da peygamberlerin, hayatları boyunca küfürle mücadele ettiklerini görürüz. Peygamberlerin sosyal ortamlara girdikleri, küfrün önde gelenleriyle görüşüp İslam’ı tebliğ ettikleri, inkarcılarla göğüs göğüse cihat ettikleri Kuran’ın bize aktardığı, tarihin de şahitlik ettiği bir gerçektir. Aynı durum peygamberlerin izinden giden müminler için de geçerlidir. Müminler, İslam’ı tebliğ etmek, küfürle mücadele etmek için her fırsatta inkarcıların içine dalar ve Kuran’ın emirlerini yerine getirirler.
Buradan da anlaşıldığı gibi mümin, Kuran’da bildirilen ya da işaret edilen meşru ve zorunlu koşullar söz konusu olduğunda küfür ortamlarında bulunabilir; daha doğrusu bulunması şarttır. Bunlar; İslam’ı temsil veya tebliğ etmek, “kâfirleri ‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak basmak”, küfrün zulüm ve adaletsizliğine karşı mücadele vermek, bilgi elde etmek gibi dinin menfaatlerine yönelik durumlardır.
Dolayısıyla, baştan beri ele aldığımız, küfürden maddi ve manevi olarak kopup-ayrılma konusu, kesinlikle, cihat olayını engelleyen bir soyutlanma olarak anlaşılmamalıdır. Bunun haricindeki beraberliklerin, kaçamakların sebep ve sonuçlarını ise önceki bölümlerde detaylı olarak izah ettik.
Peki meşru bir gerekçeyle küfrün arasında bulunan bir mümin nasıl olur?
Orada bulunuş amacını aklından çıkarmaz ve
gaflete kapılmaz
Müminin gerçek kalitesi, küfrün hakim olduğu, içinde hiç kimsenin Allah’ı anmadığı ve hatırlamadığı, Allah’ı unutmaya yönelik tüm şartların oluştuğu ortamlarda belli olur. Rahmâni bir amaçla küfrün arasına giren bir mümin, her türlü şartta ve ortamda Allah’a bağlı olduğunu, gevşemediğini, itaati, itidali, şahsiyeti ve asaleti elden bırakmadığını ispat edeceği bir imtihan ortamının kendisi için özel olarak yaratıldığının farkındadır. Bu nedenle, küfürle biraradayken, orada bulunuş niyetini sürekli aklında tutar, Allah’la olan irtibatını ve imani derinliğini asla kaybetmez. Oysa böyle bir ortamda, imani olgunluğu tam anlamıyla elde edememiş bir kişinin nefsindeki olumsuz düşünce ve eğilimler doğal olarak ön plana çıkar. Olay bir anda ibadet boyutundan çıkarak nefsani bir boyuta sürüklenir. Bunun sonucunda ihlası zedelendiğinden, asıl yapması gereken işe gerektiği gibi konsantre olamaz, dolayısıyla yapılan işten de tam bir verim alınamaz. Bu yüzden, küfür ortamına, başlangıçta meşru ve lüzumlu bir gerekçeyle girilmiş olsa bile sonradan nefse en ufak bir pay çıkarmamalı, onu sürekli kontrol altında tutarak gerçek amaca kilitlenmelidir.
Mümin, küfrün içine girdiğinde İslam’ı temsil ettiğinin bilincindedir. Bu nedenle de bu ortama, olabilecek en etkili ve ihtişamlı bir biçimde girer. Nefsinin bu ihtişamdan kendisine pay çıkarmasına da izin vermez. Gittiği yerde Allah’ı unutarak gaflete kapılmak, tipinin, kıyafetinin, arabasının veya ortamın havasına girmek, kesin bilgiyle iman etmiş bir mümin için olacak şey değildir. Böyle bir tutuma girmek, küfrü etkilemek, kızdırmak veya hayran bırakmak bir yana, tam tersine kişinin kendisinin küfürden hal almasına, bilinçaltının şeytani telkinlere açık ve savunmasız bir hale gelmesine yol açar. Çünkü Allah’ı unutan kişiye kesinlikle şeytan musallat olacaktır:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi; 36,37)
Küfür ortamı da bu ins ve cin şeytanlarının en yoğun bulunduğu ortamlardan biridir. Bu “şeytan”ların sürekli fırsat kolladıkları, en ufak bir hata ve gafleti bile değerlendirecekleri unutulmamalıdır. Böyle bir ortamda çok daha yoğun bir teyakkuz ve uyanıklık durumu gereklidir. Bu da ancak, “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım. Ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim.’“ (Mü’minun Suresi; 97, 98) ayetinde belirtildiği gibi, şeytanın verebileceği manevi zararlardan, vesvese ve olumsuz telkinlerden Allah’a sığınmakla mümkün olur. Çünkü, şeytanın Allah’ın ihlaslı kullarına hiçbir zararının dokunamayacağı, ayetle garanti altına alınmıştır:
(Şeytan) Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.” (Hicr Suresi; 39-40)
Amaçtan en ufak bir sapma olmadan, tam bir ihlasla, Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın şanını yüceltmek, küfrü kendi mekanında öfkelendirmek gibi samimi ve halis bir niyetle hareket edildiğinde ise, artık Allah’ın kesin bir başarı vereceği şüphesizdir. Kendilerine ait sandıkları mekanlarda ihlaslı, kararlı, güçlü imana sahip müminleri gören inkarcılar, ellerinde olmadan Allah’ı, ölümü ve cehennemi hatırlarlar. Bu durumdan da müthiş derecede huzursuz olurlar. Bu yüzden doyasıya yaşamak istedikleri isyan, günah ve sınır tanımazlığın zevkini tam olarak tadamaz, yıllardır bastırdıkları vicdanlarının sesini yeniden duymaktan rahatsız olurlar.
... (müminlerin) kâfirleri ‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, karşılığında mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe Suresi; 120)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder